19 Temmuz 2011 Salı

Yeniden

Yakında yeniden başlıyoruz !

21 Ekim 2009 Çarşamba

NİĞBOLU SAVAŞI


Osmanlı sınırlarının Macaristan'a kadar dayanması, Macar Kralı Sigismond'u korkutmaktaydı. Zira Sigismond, ufuktan azametle yuvarlanıp gelmekte olan Osmanlı dalgasının, er geç kendi ülkesini de basacağını görmekteydi. Tek başına altından kalkamayacağını bildiği bir tehlikeye karşı gece rüyalarını, gündüz hülyalarını tutan ümid, her şeye rağmen yine de bir Haçlı ordusunun yardımında görüyordu. Fakat imdadına çağırabileceği devletlerden Venedik, bu Katolik dindasına müzaheret eder görünmekle beraber, Sigismond'un zaferinin Balkanlarda bir Macar hegemonyasına yol açacağından da endiseleniyordu. Cenevizliler ise siyasî ve iktisadî hayatlarının sağlıklı birşekildeki devamını Osmanlıların teveccühünü kazanmakta gördüklerini gizlemiyorlardı.

Sigismond, Osmanlı tehlikesini bertaraf etmek ve hatta Kudüs'e kadar gidebilmek için Avrupa'nın muhtelif memleketlerine elçiler göndererek yeni bir Haçlı ittifakının kurulmasını istiyordu. Bu ittifakın kurulması için Papalık makamı da, yoğun bir faaliyete girişerek kiliselerde Müslüman Türkler aleyhinde vaazlar verdirmeye başladı. Bu tesebbüsler, hedef Türkler olduğu için kısa bir süre içinde olumlu bir sonuç verdi. Böylece Sigismond ile işbirliği yapan Avrupa, heyecan ve ümid içinde idi. Yalnız Fransızlar değil, İngiltere, İskoçya, Lehistan, Avusturya, İtalya, İsviçre ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinden gelen kuvvetler, Bulgaristan'da Sigismond 'un komutası altında toplanmaya başladı. Avrupa'nın her köşesinden süzülüp gelen cengaver, cesur ve tecrübeli şovalyeler, Osmanlı ordusunu aramaya başladı.

Birleşik Avrupa kuvvetlerinden meydana gelen bu birlikler, Sigismond'un kendilerine bildirdiği gibi, karşı tarafta bir tecavüz hareketi göremeyince, araştırmaya başladılar. Papanın desteği ile tertiplenen bu Haçlı seferine batılı bütün şovalye ve asilzâdelerin katıldıkları görülmektedir.Maiyetinde 1000 Fransız şovalyesi ile 7000 civarında yardımcı ve ücretli asker bulunan Burgonya dukası Jean de Nevers başta olmak üzere birçok asilzâdenin maiyetindeki Alman, İngiliz, İtalyan, İspanyol ve Polonyalı şovalyeler olduğu gibi, 1394 seferinin intikamini almak isteyen Eflâk Voyvodası Mirçe ve bir kısım Erdel kuvvetlerinin istirakı ile mevcudu 100.000'i (Sükrüllah, Behçetu't-Tevârih 130.000 kişi) bulan ve Türkleri Avrupa'dan sürmek gayesini güden bu Haçlı ordusu, Tuna boyunca ilerleyerek Vidin ve Rahova'yı aldıktan sonra 12 Eylül 1396'da Niğbolu önüne gelmişti. Venedik ve Rodos gemilerinden mütesekkil bir donanmanın da yardımı ile kaleyi muhasaraya başladılar. Niğbolu kalesini kuşatma altına alan Haçlı ordusuna karşı kale muhafızı Doğan Bey, şiddetli bir müdafaada bulunur. 15 gün devam eden bu kuşatma esnasında İstanbul önlerinde bulunan Sultan Bâyezid, Haçlıların hareketini duyar duymaz, muhasara mancınıklarını yakıp, Sucaeddin Evrenos Bey'i ileri göndermişti.

Kendisi de İslâm âlemine müracaat edip durumu bildirdikten sonra yanında bulunan 10.000 askerle yola çıkar. Anadolu ve Rumeli kuvvetlerinin Kara Timurtaş ile şehzadelerin komutasında sür'atle toplanıp Edirne'de kendisine ulaşmaları üzerine 60.000 kişiden meydana gelen Osmanlı ordusunun başına geçen Sultan Bâyezid, sür'atle Sipka geçidini aşmış ve Timova'da Stephan Lazaroviç ile birleştikten sonra Osma vadisinde Niğbolu ovasına hakim bir tepede ordugâhını kurar. Kaynakların verdiği bilgilere göre kalenin erzak ve mühimmat durumunu bizzat tesbit eden Bâyezid, 25 Eylül 1396 pazartesi günü (Osmanlı kaynaklarında Cuma) Niğbolu önünde meydana gelen savaşta mahirâne bir manevra ile iki kısma ayırdığı ordusunun yaya askerini yani yeniçerileri merkeze koyup onların etrafinda kapıkulu süvarilerini tesbit ile sağ ve sol kollara tımarlı sipahileri koymuştu. Arkada da ihtiyat kuvvetleri bulunuyordu. İki ordu, Niğbolu kalesi yakınında karşılaştılar. Galibiyet şerefini kazanmak isteyen Fransız süvarileri, başlangıçta Bâyezid'in merkezde yeniçerilerin önündeki ilk kademede bulunan ve Azep denilen hafif yaya kuvvetleri üzerine yüklenip onları mağlub ve imhaya başladılar.

Fransızlar, teslim olanları bile öldürdüler. Bundan sonra da Azeplerin gerisindeki Yeniçeri kuvvetleri üzerine yüklendiler. Fakat Yeniçerilerin ok yağmuruna tutularak epey telefat verdiler. Aynı zamanda da sol kanatta Anadolu askerine komuta eden Şehzade Mustafa kuvvetlerinin yandan taarruzuna uğradılar. Fakat, bunları da bertaraf ederek ilerlediler. Plân gereğince Osmanlı merkez kuvveti bir miktar geri alındı. Bu çekilmeden cesaret alan Fransızlar, daha da ileri giderek kıskacın içine girdiler. Onlar, Osmanlı plânını bilen Sigismond tarafindan ileri gitmemeleri ve kıskacın içine girmeyip beklemeleri hakkında verilen emri dinlemediler. Bu defa plân gereği Osmanlıların üçüncü hattı da ikiye ayrıldı. Böylece Fransızlar tepeyi işgal etmiş ve muharebenin Türklerin mağlubiyeti ile neticelendiğini zannettikleri sırada bizzat pusudan çıkan Bâyezid'in komutasındaki kuvvetlerle karşılaşınca şaşırdılar. Fakat fazla zayiat vermemek için daha önce atlardan inmiş ve yaya olarak harb eden Fransızlar, geri dönüp atlarına binmek istedilerse de kaçacakları kapının kapanmış olduğunu görerek şaşırdılar. Bunları kurtarmak için Sigismond'un gönderdiği kuvvetler ilerleyemeyerek geri çekilmek zorunda kaldılar. Tuzağa düşmüş olan kuvvetler kısmen imha ve kısmen esir edildiler.

Osmanlı ordusunun merkezine hücum eden Fransız kuvvetleri ile olan muharebe, üç saat kadar sürmüstür. Eflâk Voyvodası Mirçe, muharebenin gidiş şeklini görünce neticeyi kestirerek hemen memleketine dönmüştü. Muharebenin en tehlikeli olan ilk safhası bittikten sonra Türk kuvvetleri, derhal ve şiddetle Sigismond'un kuvvetlerine hücum etmişlerdi. İhtiyat kuvvetlerini bile muharebeye sokmuş olan Macar Kralı, hiçbir başarı elde edemedi. Sonunda kesin sonucun alınma zamanının geldiğini gören Yıdırım Bâyezid, kendi ihtiyat kuvvetlerini taarruza geçirmek suretiyle Haçlıları müthiş bir paniğe uğrattı. Sigismond, maiyetindeki bazı adamların yardımı ile Tuna nehrine gelip kendini bir balıkçı kayığına zor attı. Nehirdeki Venedik amirali Mocenigo'nun kadırgalarından birine yanaşarak Karadeniz yolu ile İstanbul'a gelebildi. Oradan da Marmara ve Çanakkale Boğazından geçip Modon limanına uğradıktan sonra Dalmaçya'ya çıkarak memleketine gidebildi.

Niğbolu muharebesinde Haçlı ordusuyla gelen prens ve asilzâdelerden bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da esir alınmıştı. Harbe istirak etmeden kaçmış olan Eflâk kuvvetleri ile Hırvat askerlerinden başka, diğer bütün düşman kuvveti ya imha edilmiş veya kaçarken nehirde boğulmuştu.
Niğbolu'da esir düşenlerden bir kısmı önce Edirne'ye oradan da Gelibolu'ya götürülüp Haçlı donanması ile boğazdan geçmekte olan Sigismond ve maiyetindekilere teşhir edildikten sonra Bursa ve Mihaliç'e nakledilmişlerdi. Bunlardan bir kısmı da Memlûk sultanı el-Meliku'z-Zahir Ebu Said
Berkuk'a gönderilmişti. Niğbolu'da esir düşen asilzâdeler, sonradan Macaristan, Fransa ve Kıbrıs krallarının teşebbüsü ve Midilli prensinin kefaleti ile 200.000 altın florin fidye karşılığı serbest bırakılmışlardır.
Niğbolu'da elde edilen parlak zaferden sonra daha önce düsmanın eline geçmiş olan kaleler geri alındığı gibi Osmanlı himayesinde bulunan Vidin Bulgar krallığına da son verilmişti. Bundan sonra Macaristan'a büyük bir akın yapılarak külliyetli miktarda esir alınmıştı. Bu savaştan sonra Garp dünyası bir anda en seçkin asilzâdelerini kayb etmiş, süngüden kurtulan veya Tuna'da boğulmayan kılıç artıkları ise başsız, idaresiz ve perişan kafileler halinde geldikleri yerlere doğru dağlara düşmüşlerdi.
Öte yandan Niğbolu muzafferiyetinden elde edilen ganimet ve fidyelerden alınan hisseler ile Anadolu ve Rumeli'de birçok hayrat yaptıran Bâyezid'in Niğbolu'da ismine izafe edilen camii de bu sırada yaptırmış olması muhtemeldir.

Savaşı müteakip, akıncı ve sekbanlar yerleştirilmek suretiyle uç beylerinin faaliyet merkezi haline getirilen Niğbolu, serhad livası olarak Osmanlı idaresinde mühim bir rol oynamıştır. Genellikle Tuna geçitlerine hakim bir noktada, Eflâk'ı tehdid eden bir üs özelliğini taşıyan Niğbolu, Osmanlı hükümdarlarının zaman zaman Eflâk ve Macaristan seferlerine çıktıkları bir yer olarak Eflâk ve Macar krallarının taarruzlarına hedef olmuştu.






Osman Gazi [1258-1326]

     
Babası: Ertuğrul Gazî
Annesi: Hayme Hatun
Doğumu: 1258 - Söğüt
Vefatı: 1326 - Bursa
Saltanatı: 1299-1326
Devlet Sınırları: 16.000 km2

Erkek çocukları: Pazarlı Bey, Çoban Bey, Hamid Bey, Orhan Bey, Alaeddin Ali Bey, Melik Bey, Savcı Bey
Kız çocukları: Fatma Hatun

Osman Gazî, Osmanlı Devletinin kurucusudur. Osman Gazî 1258 yılında Söğüt bölgesinde doğdu. Osman Gazî'nin babası Ertuğrul Gazî'dir. Annesi ise Hayme Hatun'dur. Osman Gazî iri yapılı, yakışıklı bir insandı. Omuzları çok geniş, kolları dizlerine kadar varan ve vücudunun üst yanı bacaklarıan göre daha uzundu. Osman Gazî beylik simgesi olarak Çağatay tarzında ve kırmızı çuhadan yapılmış bir Horasan tacı giyerdi.


Osman Gazî çok akıllı, zeki bir kişiydi. Hem siyaset hemde askeri yönden çok değerli bir devlet adamıydı. Şeyh Edebali'nin nasihatlerini alır, buna göre dürüst, adaletli, cesur ve hoşgörülü davranmayı ihmal etmezdi. Osman Gazî fakir fukaranın dostuydu. Onları elinden geldiğinde yedirir, içirir, giydirirdi. Osman Gazî'nin üzerindeki elbiseye dikkatlice kim bakarsa, ona hediye ederdi.

Osman Gazî 23 yaşında bir gençken Kayı Han Aşiretinin başına geçmiş, yaptığı akıllıca ve mantıklı hamleler sayesinde Osmanlı Devletini kurmuştur. Osman Gazî ata iyi biner, kılcını ustaca kullanırdı. Kayı Han aşiretinin ileri gelen kişilerinden Ömer Bey'in kızı Mal Hatun ile evlenmiş ve bu evlilikten Orhan Gazî dünyaya gelmiştir.

Osman Gazî bir gece Şeyh Edebali'nin evinde yattığı vakit bir rüya görür. Rüyaya göre Edebali'nin göğsünden çıkan bir ay Osman Gazî'nin göğsüne girer. Osman Gazî'nin göbeğinden bir ağaç çıkar ve büyüdülçe büyür, dünyaya yayılır. Rüyasını Şeyh Edebali'ye anlatan Osman Gazî, saltanat ile müjdelenir...

Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazî, Nikris hastalığına kurbak gitmiştir. Bursa bölgesinde 1326 yılında vefat etmiştir. Osman Gazî yaşamı boyunca mala, ihtişama önem vermemiştir. Vefat ettiğinde ise geriye bıraktığı mal varlığı ise: bir at zırhı, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, bir tirkeş, birkaç at, üç sürü koyun, tuzluk ve kaşıklıktan ibaretti.

kaynak: http://www.tarihuzmani.com/

18 Ekim 2009 Pazar

Haftalık Silahlı Kuvvetler Bakışları # 2; Vatikan Ordusu

Status Civitatis Vaticanae - Vatikan 

 
 

 Vatikan Silahlı Kuvvetleri
 

Papa`nın koruyucu melekleri!

Katoliklerin lideri Papa ve Vatikan`ı 500 yıldan beri koruyan, dünyanın en küçük ordusu İsviçre Muhafızları kapılarını artık kadın askerler için aralamaya karar verdi.

Katoliklerin lideri Papa ve Vatikan`ı 500 yıldan beri koruyan, dünyanın en küçük ordusu İsviçre Muhafızları kapılarını artık kadın askerler için aralamaya karar verdi.

VATİKAN`IN 110 erkekten oluşan ordusunun komutanı Daniel Anrig, sadece erkeklerden oluşan orduya kadınların da katılabileceğini açıkladı. Anrig kadınların erkek askerlerle aynı kışlada olmasının sorun yaratabileceğini ancak her sorunun bir çözümü olduğunu söyledi. Böylelikle komutan Anrig, kadın korumalara onay veren ilk üst düzey ordu mensubu oldu. Komutan, bu reformun ne zaman gerçekleşeceğine dair bir yorumda bulunmazken, kadınların orduya katılması konusunu düşüneceklerini belirtti.

KADINA YER YOK

KADIN muhafız konusu 2004 yılında Anrig`in selefi komutan Elmar Maeder zamanında da gündeme gelmiş, Maeder`in karşı çıkması nedeniyle bu girişimden vazgeçilmişti. Vatikan da kadınları barındıracak yer olmadığı gerekçesiyle kadın muhafız konusuna karşı çıktığını açıklamıştı. Papa 16. Benedikt tarafından geçen sene ağustos ayında atanan Komutan Anrig, yüzde 60`ını 25 yaş altı erkeklerin oluşturduğu Vatikan`ın küçük ordusunda kadın varlığı sorun yaratsa da bu sorunun halledilebileceği görüşünde ısrarcı. Her yıl 6 Mayıs`ta, 1527`de yılında Papa`yı korurken hayatını kaybeden 147 muhafız anısına tören düzenleyen İsviçre Muhafızları, 16.yüzyıldan beri Vatikan`ı koruyor.

Mini orduya bekaret şartı

1506 yılında Papa II. Julius`u korumak amacıyla paralı olarak tutulan İsviçreli muhafızlar o tarihten beri Vatikan`ı korumakla görevli. Renkli kıyafetleriyle dikkat çeken İsviçre Muhafızları, 19-30 yaş arasında, en az 1.74 boya sahip, atletik yapılı, dört dil bilen, bekar, İsviçreli Katolik gençler arasından seçiliyor. Papa`yı korumakla görevli gençlerin seks yapmaları da yasaklar listesinin başında bulunuyor.

 

 
 


Kaynak : Trmilitary.com 

15 Ekim 2009 Perşembe

Türkiye' deki F-16 Kazaları

 07 Mayıs 1991 F-16C Blok 30 E Ankara/Akıncı 142.Filo 88-0022
Uçak, Akıncı Üssünden kalkışından hemen sonra motor arızası sebebiyle SEC (kendini koruma) moduna geçmiştir. Motor düşük powerda güç üretmeye başlayınca uçağın pilotu Kurmay Binbaşı Semih Birdoğan (Şu an Tuğgeneral - 6. Ana Jet Üs Komutanı) hemen acil iniş için üsse geri yönelmiş fakat irtifa ve hız dolayısıyla motorun ürettiği güç yetersiz kalmış ve piste 150 metre kala pilot uçağı terk etmek zorunda kalmıştır. Pilot kazadan dizinden hafif yaralanarak kurtulmuştur. Yapılan incelemeler sonucu uçağın motora giren yabancı bir cisim nedeniyle SEC moduna geçtiği anlaşılmıştır. Bu kazada kaybedilen 88-0022 nolu uçak Türkiye'de üretilen sıfır hatalı 3 F-16'dan biridir.

05 Temmuz 1991 F-16C Blok 30 B Afyon/Dinar 143. Filo 86-0067
Akıncı 4.Ana Jet Üssüne bağlı F-16C ile kol uçuşunda kol lideri olan pilot Muzafer Garip, planlanan uçuş rotasının dışına çıkarak Afyon/Dinar'a yönelmiş, doğduğu kasaba üzerinde kolundaki diğer uçakla beraber 100 feet mertebesinde geçişler yapmış, son geçişinde önüne çıkan dağ silsilesini geç fark etmiş, tepki vermesine rağmen yeterli irtifa alamayarak tepeye çarpmıştır. Pilot Yüzbaşı Muzaffer Garip doğduğu kasaba Tatarlı yakınlarında şehit olmuştur.

25 Haziran 1992 F-16C Blok 30 B Afyon 143. Filo 87-0012


01 Nisan 1993 F-16C Blok 40 D Kapıdağ Yarım. 162. Filo 90-0002
Uçak, Bandırma 6.Ana Jet Üssünden kalkışından ardından Balıkesir/Kapıdağ yarımadasının kuzeyinde Şahinburgaz köyü yakınlarında bir tepeye çarparak düştü. Kazada Pilot Üsteğmen Hüseyin Yentürk şehit oldu.

27 Nisan 1993 F-16C Blok 40 A Ankara/Güdül 141. Filo 89-0029
Akıncı 4.Ana Jet Üs Komutanlığı'na bağlı iki F-16C Ankara/Güdül ilçesi yakınlarında gece havada çarpıştı. Uçaklardan biri düşerken diğer uçak hasarlı olarak Akıncı Üssüne geri dönmeyi başardı. Düşen uçaktaki pilot Yüzbaşı İdris Aksoy paraşütle atlayarak kazadan sağ kurtuldu.

03 Ocak 1994 F-16C Blok 40 H Balıkesir/Bigadiç 192. Filo 91-0009
Uçak Balıkesir/Bigadiç ilçesine bağlı Dedeburnu köyü yakınlarında teknik bir arıza nedeniyle düştü. Pilot Kurmay Yarbay Ünsal Aksoy şehit oldu.

22 Kasım 1994 F-16C Blok 40 D Manyas Gölü 192. Filo 90-0003
Uçak Balıkesir/Manyas Gölüne düştü. Uçaktan ayrılamayan Pilot Yüzbaşı Oktay Güngördü şehit oldu.

08 Şubat 1995 F-16C Blok 40 H Ege Denizi 192. Filo 91-0021
Ege Denizi üzerinde Yunan Mirage F-1 uçaklarıyla yapılan it dalaşına mütakip Rodos Adası yakınlarında uluslararası sularda yakıt pompası sorunu nedeniyle düştü. Pilotun, yedek yakıt tanklarına yöneltilmiş olan yakıt vanasını, tanklardaki yakıt bittikten sonra uçağın dahili depolarına yönlendirmeyi unutması sonucu uçak yakıtsız kaldı ve kontrol kaybedildi. Kazada Pilot Üsteğmen Mustafa Yıldırım paraşütle atlayarak sağ kurtuldu.

29 Eylül 1995 F-16C Blok 40 A Ankara/Kazan 141. Filo 89-0033
143.Filoya bağlı F-16C Ankara/Kazan ilçesine bağlı Fethiye köyü yakınlarında FOD (Foreign Object Demage) nedeniyle gerçekleşen motor arızasının ardından düştü. Kurmay Binbaşı İsmail Doğan paraşütle atlayarak kazadan sağ kurtuldu. Yapılan incelemeler sonucu uçaktaki motor arızasına makinalı top ateşi esnasında bir mermi parçasının hava alığından içeri girmesinin sebep olduğu belirlendi.

11 Ekim 1995 F-16C Blok 30 E Bolu/Yedigöller 143. Filo 88-0023
143.Filoya bağlı F-16C Bolu Yedigöller yakınlarında düştü. Pilot Üsteğmen Hakan Dinç paraşütle atlayarak kazadan kurtuldu.

08 Ekim 1996 F-16D Blok 40 J Ege Denizi 192. Filo 91-0023
Rutin eğitim uçuşu sırasında Ege Denizi Limni Adasının güneyinde düşmüştür. Uluslararası hava sahasında eğitim uçuşundaki 4 adet F-4E Phantom'a refakat eden ve ikili kol halinde uçan F-16 uçaklarımıza Tanagra'da konuşlu bulunan 331. Filoya bağlı Yunan Mirage-2000EG'leri tarafından önleme yapılmış, yaşanan it dalaşı sırasında daha önceden ağabeyi Ege Denizi'nde yaşanan bir angajman sonucu denize çakılarak ölen Yunan pilot Yüzbaşı Thanos Grivas'ın pilotajındaki Mirage-2000 kasıtlı olarak Magic IR füzesi fırlatarak uçağı vurmuştur. Sakız Adasının 15 mil güneybatısında uluslararası sularda denize düşen uçaktaki pilotlardan Pilot Yüzbaşı Nail Erdoğan şehit olmuştur. Şehit pilotun naaşı uzun uğraşlara rağmen bulunamamıştır. Diğer pilot Hava Pilot Yarbay Osman Çiçekli paraşütle atlamayı başarmış ve olaydan 30 dk sonra Yunan Deniz Kuvvetlerince sağ olarak kurtarılmıştır. Şoka giren pilot hiçbir yetkiliyle konuşmamış, Yunanlılar kurtulan pilotun İsrailli bir öğretmen pilot olduğunu düşünmüşlerdir. Düşen uçağımız Limni Adası'nın güneyinde 450 kulaç derinliğe gömülmüş ve teknik imkanların yetersizliğinden çıkarılamamıştır. Türk F-16 uçağının düşürülüşünden iki gün sonra 10 Ekim 1996'da Türk uçaklarıyla angajmana giren Yunan Mirage-2000 (Mirage F-1 olma ihtimali de var) uçağı düştü. Bu olaylar kayıtlara motor arızası olarak geçti. Kanatlar isimli Türk havacılık dergisinde yayınlanan bir fotoğrafla Yunan pilot Thanos Grivas'ın Mirage-2000 uçağının burnuna Türk bayrağı resmi yaptırdığı ortaya çıktı. Mayıs 2003'te de Yunanistan'da çıkan Krama (Alaşım) adlı havacılık dergisinde yaşanan olaylar ilk defa dile getirildi fakat her iki ülke yetkilileri de bu yazıyı yalanladılar.

26 Ağustos 1999 F-16C Blok 40 Batman 182. Filo ?
Batman'da eğitim uçuşu yapan gerçek mühimmat yüklü F-16 uçağı teknik arıza nedeniyle Batman-Diyarbakır karayolu yakınlarında bir pamuk tarlasına düştü. Pilot Üsteğmen Özcan Kete uçağın yakınlardaki tütün fabrikasına ve belediye şantiyesine düşmesini önleyebildi ve paraşütle atlayarak sağ kurtuldu. Uçakta bulunan uçaksavar mermileri ile füzeler kaza anında infilak etti.

04 Nisan 2000 F-16C Blok 50 R Sivas/Yıldızeli 151. Filo 93-0657
5. Ana Jet Üssüne bağlı iki F-16C Blok 50 uçağı saat 19.30'da Merzifon meydanından kalkışa müteakip gece kol uçuşu esnasında saat 20.37'de Sivas'ın Yıldızeli ilçesi Belpınar köyü yakınlarında çarpıştı. Uçakların ikili kol eğitimi yaparken gece görüş koşullarının olumsuzluğu nedeniyle birbirine fazla yaklaştığı ve bu esnada kanatların çarpışması sonucu iki uçağın da yanmaya başladığı ve pilotların paraşütle atladığı açıklandı. 1 numaralı uçağın enkazına Belpınar Köyü Yavu Beldesinin 3-4 km doğusunda ulaşıldı. Uçağın köye düşmesini önleyen fakat yeterli irtifada olmadığı için paraşütü açılmayan Pilot Yüzbaşı Murat Özaydınlı şehit oldu.

04 Nisan 2000 F-16C Blok 50 R Sivas/Yıldızeli 151. Filo 93-0666
5. Ana Jet Üssüne bağlı iki F-16C Blok 50 gece kol uçuşu esnasında Sivas'ın Yıldızeli ilçesi Belpınar köyü yakınlarında çarpıştı. 2 numaralı uçağın enkazına Tokat'ın Sulusaray ilçesi yakınlarında ulaşıldı. Paraşütle atlayan Pilot Üsteğmen Güngör Özer yaralı olarak kurtuldu.

24 Mayıs 2000 F-16C Blok 40 Burdur/Bucak 162. Filo ?
Bandırma'da konuşlu bulunan 162. Filoya bağlı iki F-16 uçağı Manisa-Akhisar meydanından kalkışa mütakip İncirlik Üssüne intikal uçuşu sırasında Burdur'un Bucak ilçesinin 20 km kuzeydoğusunda bir komülonimbüs bulutunun içine girmiş, bulutun yoğun elektromanyetik alanı uçaklardan birinin elektronik sistemlerini etkilemiş, akabinde kontrol kaybedilmiş ve uçak saat 14.45'te yanarak Bucak ilçesinin Çobanpınarı mevkiine düşmüştür. Düşen uçağın pilotu Pilot Yüzbaşı Aşkın Sezer kazadan sağ kurtulmuştur. Diğer uçak bulutların arasından çıkmayı başararak Bandırma'ya dönmüştür.

27 Haziran 2001 F-16C Blok 30 E Ankara/Akıncı 143. Filo 88-0029
Uçak, eğitim uçuşunu tamamladıktan sonra Akıncı Üssüne iniş sırasında motor arızası nedeniyle pist yakınlarında düştü. 500 feet yüksekte paraşütü açmayı başaran Pilot Yüzbaşı N. Tunç Sözen kazadan sağ kurtuldu.

25 Eylül 2001 F-16C Blok 40 Ankara/Akıncı 14?. Filo ?
4. Ana Jet Üs Komutanlığına bağlı F-16C eğitim uçuşunu tamamlayarak Akıncı meydanında inişe geçmiş, ancak yere inen uçak frenleri tutmayarak pist sonundaki boş alana girmiştir. Duramayan uçaklar için pist bitiminde yapılmış olan bariyerlere ve file sistemine çarpan uçakta bir miktar hasar oluşmuş, uçak tamir edilerek aktif göreve yeniden dönmüştür.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Uzun Menzilli Körlük

Kesinlikle herkesin tamamını okuması gereken bir yazı. Hiç üşenmeyin, bütün işlerinizi bırakın ve 6-7 dakikanızı bu yazıya ayırın.


Arda Mevlütoğlu, Savunma Sanayi.net

Soğuk Savaş dönemlerine ait meşhur bir deyiştir: “Nükleer denizaltılar gerçek savaşta kullanılmamak üzere inşa edilirler”Caydırıcılığın ne demek olduğuna dair güzel bir ifade.

Silah sistemlerinin menzil, kapsama alanı, boyut gibi nitelikleri büyüdükçe stratejik, politik ve ekonomik etkileri, askeri etkilerinin çok çok ötesinegeçiyor.

Kıbrıs‘ın Rusya Federasyonu’ndan S-300 hava savunma sistemi alması ile başlayan gerginliği hepimiz hatırlıyoruz. Kıbrıs‘ta Yunanistan ve Türkiye‘yisavaşın eşiğine getiren S-300 füzelerinin teknik kabiliyetlerine dairbasında çok şey yazıldı, çizildi (çoğu saçmalıktan ibaret olsa da).

Peki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi kaç batarya S-300 sipariş etmişti? Hatırlıyor muyuz? Önemli olan GKRY’nin S-300 gibi son derece etkili bir silah sistemini tedarik ediyor olmasıydı. Türkiye, sistemlerin adaya konuşlandırılmasına
izin vermeyeceğini, gerekirse vuracağını ilan etti. Eğer GKRY geri adım atmasaydı, sistemler adaya doğru yola çıksaydı, büyük ihtimalle Türkiye bu sistemleri taşıyan gemileri F-16 uçakları ile bombalayacaktı.

Ancak bu gerçekleşmedi. F-16‘lar herhangi bir nakliye gemisini bombalamadı. Bombalayabilme imkan, kabiliyet ve ihtimalleri, krizde GKRY ve Yunanistan‘a geri adım attırdı.

İşte caydırıcılık budur.

Bir başka güzel örneği, İran - Azerbaycan gerilimi sırasında Türk Yıldızlarıakrobasi timinin, Baki’nin Azadlık Meydanı’ndan yapmış olduğu gösteridir. 1 milyon seyircinin izlediği, 1960 - 1970′li yıllardan kalma, radarsız ikinci
el jet savaş uçakları, İran’a geri adım attırmıştır. O uçaklar ki, silah bile taşımıyorlardı halbuki 17 Ağustos 1999 Depremi’nden sonra değerli bir bilim adamımız deyim yerindeyse haykırıyordu:

“Bir sonraki deprem İstanbul’u vuracak. Ve kötü vuracak. İstanbul ve çevresi harap olacak. Bu kentlerin yeniden inşası için milyarlarca dolar kredi gerekecek. Bu kredi yurtdışından gelecek, başka yolu yok. Sana, yeniden imarın için milyarlarca dolar veren yabancı ülkeler, bir daha o kentleri ve o çevreyi sana bedava yedirtmez!”

İstanbul ve çevresi Türkiye‘nin sanayi merkezi. Bu bölgenin mümkün olan en iyi şekilde korunması gerekiyor. GAP bölgesinin de ha keza. Ankara’nın da öyle.

İşin siyasi yönü siyasetçilerin olsun, bugün Türkiye‘nin çevresindeki ülkelerin envanterinde ya da tedarik listesinde, Türkiye‘nin bu hassas noktalarını vurabilecek sistemler varsa, Türk Silahlı Kuvvetleri de bunlara karşı önlem geliştirmek zorundadır. Bu, TSK’nın görevidir.

Bu kadar basit.

“Vay efendim AB uyum süreci, 17. Yüzyıldan bu yana değişmeyen sınır, X ülkesi ile iyi giden ilişkiler, Y ülkesinin dostça açılımları…”

Bunlar siyasetçilerin işidir. Asker, elindeki araç gereci en iyi şekilde kullanarak, ihtiyacına en uygun sistemi tarif edip envantere katılmasına yardım ederek, caydırıcılık tesis eder. Görevi budur.

İşte bu en temel gerçeklerden bihaber olan “düşünürlerimiz” son günlerde cehalet sınırlarını zorlamaktalar. Hani askerin görevi yurt savunması ile sınırlı kalmalı idi? İşte buyurun, hodri meydan! En temel yurt savunması
ihtiyaçlarından biri!

Maskaralığın bir başka boyutu ise, malum “7 küsür milyar” mertebesi.

Foreign Military Sales (FMS; Yabancı Askeri Satışlar) kredi sistemi ile Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın yürütmekte olduğu LORAMIDS (Long Range Air and Missile Defense System; Uzun Menzil Hava ve Füze Savunma Sistemi) projesinden bihaber kalemler, cehaletin bini bir para kabilinden satırlar dökmekte.

FMS’den başlayalım.

Nitelik olarak diğer ticari ürünlerden son derece farklı olan silah sistemlerinin finansmanı, kimi zaman kendine özgü sistemlerle sağlanıyor. ABD‘nin yakın ilişkide olduğu ülkelere silah satışı sırasında uyguladığı FMS
de bu tür, değişik bir finansman ve tedarik yöntemi.

Normalde askeri sistemlerin satışı çoğunlukla hükümetler (savunma bakanlıkları) ile silah üretici firmalar arasındaki anlaşmalarla gerçekleştirilir. Hükümet, belli süreçler sonunda ihale ile ya da ihalesiz bir firmanın ürün ya da hizmetini seçer ve bu firma ile sözleşme görüşmelerine başlar. Firmanın, ait olduğu ülkeden ihracat iznini almasını müteakip sözleşme ve akabinde satış gerçekleşir. FMS ise, hükümetten hükümete bir askerî sistem satış programı.

FMS süreci, müşteri ülkenin ABD hükümetinden, ilgilendiği silah sisteminin fiyat ve uygunluğuna dair bilgi (”Price and Availability Data”) talep etmesi ile başlar. Fiyat ve uygunluk bilgisinin alıcı hükümete iletilmesinden sonra, bu ülke sistemi FMS programı dahilinde tedarik edip etmeyeceğine karar verir. FMS aracılığıyla tedarik kararının verilmesinden sonra,
sistemin niteliğine göre ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) bağlı ilgili birim (kara, hava ya da deniz kuvvetleri), alıcı hükümetle görüşmelere başlar. Pentagon‘da FMS sürecini takip eden daire olan DSCA (Defense Security and Cooperation Agency; Savunma Güvenlik ve İşbirliği Dairesi), ABD Kongresi’ne olası satışla ilgili bildirimde bulunur. Bu bildirimin ABD
Kongresi’ne ulaşmasının üzerinden 15 iş günü geçtiği halde satışa Kongre’den bir itiraz gelmemişse, satış doğrudan onaylanmış sayılır. Satışla ilgili görüşmelerin tamamlanmasından sonra imzalanan LOA (Letter of Offer and
Acceptance; Teklif ve Kabul Mektubu) ile, tedarik süreci başlamış olur.

Bu aşamadan sonra DSCA, söz konusu sistemi üretici firmadan ABD Hükümeti adına satın alır. DSCA’nın sistemi satın alıp kabulünü yapıp alıcı hükümete teslim etmesine kadar belli bir süre geçer; bu süre kalite ve nihai kabul testleri için harcanır. ABD hükümeti, sistemi 3% kar marjı ekleyerek alıcı hükümete satar.

Dolayısıyla FMS sisteminde:

1. Satış “hükümetten hükümete” şeklindedir.

2. DSCA, sistemi ABD Hükümeti adına satın almaktadır. Dolayısıyla DSCA yani ABD Hükümeti, ABD Kongresi’ne karşı sorumluluk altına girmiş olmaktadır. Satılan silah sisteminin ABD çıkarlarına karşı kullanılmayacağının, satışın ABD‘ye doğrudan ya da dolaylı şekilde zarar vermeyeceğinin garantisini vermek durumundadır. DSCA’nın Kongre bildirimlerinde birbirini tekrar eden “bu satış ABD çıkarlarına zarar vermeyecektir”, “bu satış bölgedeki güç dengesini olumsuz yönde etkilemeyecektir”, “bu satış, müttefik ülkenin teröre karşı verilen savaştaki kabiliyetini artıracaktır” benzeri ifadelerin
sebebi budur.

3. FMS sisteminin en büyük avantajı, sistemin ABD Hükümeti’nin garantisi altında olduğudur. Zira sistemin esas müşterisi ABD olduğu için kalite, yedek parça ve destek konularında sorun çıkması ihtimali çok düşüktür.

4. FMS sistemi, doğasından ötürü en fazla, ABD ile herhangi bir siyasi ya da askeri sorunu olmayan ülkeler için avantajlıdır.

5. FMS sistemi ile tedarik edilen sistemler üzerinde tadilat, modernizasyon vb işlem doğal olarak ABD Hükümeti’nin iznine bağlıdır. ABD‘nin izni ve onayı olmadan sistemler üzerinde en ufak tadilat dahi yapılamaz.

6. Doğrudan ticari satıştan avantajlı olarak, kâr marjı daha düşük olduğu için FMS maliyet açısından daha caziptir.

7. DSCA’nın Kongre’ye bildiriminde olası satışla ilgili belirtilen maliyet tavanı, çok büyük bir güvenlik katsayısı ile çarpılmış haldedir. Başka bir ifade ile gerçekleşen satışın tutarı çoğunlukla DSCA bildiriminde yer alan rakamdan çok daha düşük olmaktadır. Satışın gerçek maliyeti için baz alınması gereken rakam DSCA bildirimindeki değil, ABD Hükümeti ile üretici
firma(lar) arasında imzalanacak sözleşme(ler)dir.

Bir başka deyişle DSCA bildiriminde yer alan miktar, “en en her şey dahil” fiyattır ve hemen hemen tüm satışlarda bu miktarın yakınına bile yaklaşılmaz.

Malum yaygaralara sebep olan “7 küsür milyar Dolar” da işte böyle bir DSCA bildiriminde yer almış miktardır. Söz konusu DSCA bildirimi de LORAMIDS ihalesine katılacak olan ABD‘li Lockheed Martin firmasına avantaj sağlamak içindir. Başka bir ifadeyle, ABD, diğer adaylara karşı FMS kredisi avantajını kullanmak istemektedir. Aynı yöntemi mesela Brezilya‘nın FX-2 savaş uçağı ihalesinde, Boeing üretimi F/A-18E/F Super Hornet uçakları için de uygulamıştır.

Ancak her isteyen ülke FMS ile ABD‘den silah sistemi alamaz. Bazı anlaşma ve belgeleri imzalamak, bazı şartları kabul etmek zorunda. Bunların en başta geleni ise EUMA (End User Monitoring Agreement; Son Kullanıcı Takip Anlaşması) adı verilen bir belge. EUMA nedir?

EUMA, ABD‘nin bir ülkeye sattığı savunma sistemini, satıştan sonra düzenli olarak kontrol etmesine olanak sağlayan bir anlaşma. EUMA çerçevesinde ABD, alıcı ülkeye yılda bir kez, sistemin satış amacı dışında ve/veya ABD çıkarlarına aykırı şekilde kullanılıp kullanılmadığını denetlemek için heyetler gönderme hakkına sahip oluyor. EUMA’yı imzalayan ülke, ABD‘den atın alacağı silah sistemi üzerinde izinsiz değişiklik yapmayacağını, başka bir ülkeye devretmeyeceğini, bakım, onarım ve tadilatlarını ABD‘nin bilgisi ve izni olmadan gerçekleştirmeyeceğini taahhüt ediyor.

Söz konusu takip ve denetleme işlemleri, ABD Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) bağlı DSCA (Defense Security and Cooperation Agency; Savunma Güvenlik ve İşbirliği Kurumu) tarafından, “Golden Sentry” (Altın Gözcü) programı
çerçevesinde gerçekleştiriliyor.

Golden Sentry ile yapılan bu denetlemenin kanuni dayanağını ise, Silah İhrac Kontrol Yasası’nın (Arms Export Control Act) 40A maddesinde 1996 yılında yapılan bir düzenleme teşkil ediyor. Bu maddeye göre ABD Savunma Bakanlığı, ABD‘den savunma sistemi alan ülkenin bu sistemi, ABD Hükümeti’nin koyduğu şartlara göre kullandığını denetlemek ve bununla ilgili ABD Kongresi’ne yıllık rapor sunmakla yükümlü kılınmış durumda.

EUMA, kullanıcı ülkenin egemenliği üzerinde kısıtlayıcı hükümlere sahip. Kullanıcı ülke, sistem üzerinde kendi ihtiyaçlarına göre istediği değişiklik, modernizasyon ya da benzeri tadilatı istediği zaman ve şekilde yapma serbestisine sahip değil. Sistemin bakım, onarım, işletme ve idame sürecinde, daha açık bir ifade ile envantere girişinden çıkışına kadarki tüm
süreçte (EUMA tartışmalarında “from cradle to grave” [beşikten mezara] ifadesi bunu tanımlamak için sıklıkla kullanılır) kesintisiz bir ABD takip ve denetimi söz konusu. Bu da doğal olarak, kullanıcı ülkenin ulusal güvenlik meselelerine ABD‘nin dolaylı yoldan müdahil olması anlamına gelmekte. Tüm bunlar, ABD‘nin son teknolojisine erişimin bedeli.

Kısa süre içinde karar verilmesi beklenen LORAMIDS projesi neden başlatıldı peki?

Çünkü Türkiye‘nin belki de 10 yıllardır yüksek irtifa uzun menzil hava ve füze savunma sistemlerine ihtiyacı vardı. Yukarıda da belirttiğim gibi, siyasi ortam ne olursa olsun, tehdit algılamasına göre öyle ya da böyle, Türkiye‘nin, çevresinde sayısı gittikçe artan ve teknolojik yönden gelişen balistik ve seyir füzelerine, modern savaş uçaklarına karşı tedbir alması
gerekiyor.
Burada meselenin askeri boyutunun biraz irdelenmesi gerekiyor:

Türkiye‘ye komşu ülkelerin hava kabiliyetleri incelendiğinde, en sofistike ve modern kuvvet yapısının Yunanistan‘da bulunduğu görülüyor. NATO üyesi olan ve büyük bir savunma bütçesine sahip bu Batı komşumuz, kalite olarak
yaklaşık son 10 - 15 yılda büyük sıçrama kaydetmiş durumda. Envanterine kattığı gerek modern savaş uçakları (Mirage 2000-5 Mk.2, F-16C/D Block-52+ gibi) gerekse modern güdümlü mühimmat ile (özellikle SCALP seyir füzeleri
ile) Yunan Hava Kuvvetleri, hatırı sayılır bir güce sahip.

Diğer Batı komşumuz olan Bulgaristan, gerek NATO üyeliği gerek Türkiye ile
son derece olumlu seyretmekte olan ikili ilişkileri, gerekse hava
kuvvetlerinin teknik durumu sebebiyle ciddi bir tehdit olmaktan son derece
uzak. Soğuk Savaş döneminde Bulgaristan, sahip olduğu MiG-25 ve MiG-29
filoları ve balistik füze envanteri ile ciddi bir tehlike kaynağı idi.

Karadeniz havzasında tartışmasız deniz üstünlüğüne sahip Türkiye‘ye karşı
ciddi bir hava tehdidi bulunmamakta. Ukrayna‘nın, özellikle Yuşçenko’nun
iktidara gelmesi ile birlikte daha da belirginleşmesi beklenen Batı’ya
yönelimi ve NATO adaylığı, Türkiye ile mevcut olumlu ilişkileri
değerlendirildiğinde bu ülkenin de yüksek riske sahip olmadığı sonucuna
varılabilir. Ayrıca SSCB‘nin dağılmasını müteakip bu ülkede kalan pek çok
uzun menzilli bombardıman uçağı bakımsızlıktan çürümüştür. Her ne kadar
kağıt üstünde ve sayısal olarak Avrupa’nın en büyük hava güçlerinden birisi
olarak gözükse de, Ukrayna Hava Gücü kalite açısından hiç de iyi bir durumda
değil.

Yine SSCB‘nin dağılmasından sonra Rusya‘nın ekonomik sorunlar sebebiyle
askeri kabiliyeti büyük darbe yedi. Son dönemde yeniden yapılanma
çalışmaları içerisinde olan Rusya‘nın halihazırda uzun menzilli, hassas hava
saldırısı yapabilme kabiliyeti son derece sınırlıdır. Önemli oranda pilot
sıkıntısı çekilmektedir, bakım - onarım ve idame koşulları, etkin bir güç
bulundurmaya yetmekten uzaktır. Ancak bu durum, en son Ağustos 2008′deki
Kafkasya Savaşı’nda da görüldüğü gibi, Rusya‘yı çıkarlarını korumak ve hatta
dikte ettirmek için büyük güç kullanmaya engel değil.

Ne ilginçtir ki, LORAMIDS projesinde Türkiye‘ye teklif edilen S-300 füze
sistemleri Güney Osetya ve Abhazya’ya yerleştiriliyor, Ermenistan‘daki
üslerde bu ülkeyi Türk ve Azeri Hava Kuvvetleri’ne karşı koruyor.

Bir diğer güney komşumuz olan Suriye askeri gücü, Soğuk Savaş’ın sona
ermesinden son derece olumsuz etkilendi. Yedek parça, bakım ve modernizasyon
konularında ciddi sıkıntılar yaşayan Suriye‘nin hava gücü de nitelik ve
nicelik açısından Türkiye için ciddi bir rakip veya tehdit değildir. Bu
ülkenin Türk Hava Savunma sistemini ilgilendirebilecek yegane silahı, sahip
olduğu balistik füzelerdir. Askeri anlamda büyük bir taktik veya stratejik
etkisi olmasa da, doğrudan ya da dolaylı ekonomik, sınai ve sosyal etkileri
nedeniyle son derece hassasiyetle ve ciddiyetle ele alınması gereken bir
tehdittir. Eski Sovyet tasarımı SCUD ve türevlerine sahip olan bu ülkenin,
askeri gücünün Türkiye karşısındaki dezavantajlı durumunun da yarattığı
baskı ve köşeye sıkışmışlık psikolojisi içinde, bu silahları askeri ve /
veya sivil hedeflere karşı kullanması olasılığı yükselebilir.

Ancak bu ülkeyle 1998′de, terörist başı Abdullah Öcalan’ın ülkeden çıkarılması ile
sonuçlanan kriz ve takip eden süreçte yakınlaşma ve normalleşme eğilimi
gösteren ikili ilişkiler, 2003′teki Körfez Savaşı sonrası bu ülkenin
üzerindeki artan ABD baskısı ile birleşince, sıcak çatışma olasılığını son
derece düşük bir seviyeye getirmektedir.

Doğu - Güneydoğu sektörü komşumuz olan İran, Şah döneminde Ortadoğu‘nun en
büyük ve modern hava gücüne sahipti. ABD‘den tedarik edilen çok miktarda
F-4, F-5 ve F-14 savaş uçakları (İran Şah döneminde 80 F-14A Tomcat sipariş
vermiş, 79′u teslim edilmiştir) satın alan, pilotlarına Batı standartlarında
eğitim veren İran’ın hava gücü, İslam Devrimi sonrasında dramatik ölçüde
zayıflamıştır (ayrıca ilginç bir not olarak ilave edilebilir ki, İran
devrimden hemen önce ilk etapta 160 adet F-16A/B siparişi vermiştir, 140
adet daha almayı planlamıştır.

Bu ülke için üretilen ilk F-16‘lar, ironik biçimde İsrail’in siparişi için teslim edilmiştir). Ordudaki en Batı yanlısı güç olarak bilinen ve personelinin çoğunun Şah yanlısı olduğu öne sürülen İran Hava Kuvvetleri’nin pek çok subayı, kıdemliler de dahil olmak üzere ya idam edilmiş ya da hapishanelere atılmıştır.

Ancak devrimden hemen bir sene sonra 1980′de Irak‘la patlak veren savaş ve hissedilen ciddi personel
kıtlığı, hapishanedeki tüm hava kuvvetleri mensuplarının serbest bırakılması
sonucunu doğurmuştur. İran bu savaşta elindeki hava gücünü beklenilenin
üzerinde bir etkinlikle kullanmıştır. Ancak devrim sebebiyle uygulanmakta
olan uluslar arası ambargo, uçakların idamesi için hayati derecede önemli
yedek parçaların teminini olanaksız hale getirmiş, pek çok uçağın yedek
parça için kullanılmasına (cannibalization) sebep olmuştur.

Savaştan sonra İran’ın tüm savunma gayretleri başlıca iki alanda yoğunlaşmıştır: 1) Eldeki silahların mümkün olduğunca idamesi, 2) Uzun menzilli füze geliştirilmesi.

Hali hazırda İran, her ne kadar elindeki Şah döneminde tedarik edilen savaş
uçaklarını belirli bir seviyeye kadar idame edebilse de, elektronik ve
aviyonik alanında modern şartlarda bir hava gücünden söz etmek mümkün
değildir. Yeni uçak tedariği, uluslararası ambargo ve politik koşullar
sebebiyle imkansız olmasa da büyük çaplı ve etkin olabilme ihtimali
düşüktür.

İran’ın uluslar arası kamuoyunda da yoğun biçimde yer alan en büyük askeri
gücü, orta ve uzun menzilli balistik füzelerdir. İran uzun süredir Rusya,
Çin, Kuzey Kore ve kısmen Pakistan desteği ile balistik füzelere üzerine
yoğun çalışmalar icra etmektedir. Scud ve NoDong füzeleri baz alınarak
yürütülen bu çalışmalarda en son konfirme edilen verilere göre Şahab-3
serisi balistik füzelerle 1300 - 1500 km arası menzile ulaşılmıştır ve daha
uzun menzilli versiyonlar üzerine çalışılmaya devam edilmektedir. Bu haliyle
bile Şahab serisi füzeler Türkiye için ciddi tehdittir.

Özellikle İran’ın balistik füzelerinin atmosfer dışı uçuş ve RV (Reentry Vehicle - atmosfere yeniden giren ve sadece savaş başlığından oluşan füze kademesi)
teknolojilerinin kullanılması, söz konusu ülkeden kaynaklanan tehdidin
ciddiyetini daha da artırmaktadır. Halihazırdaki gerek ikili gerekse
uluslararası konjonktür dahilinde sıcak çatışma olasılığı, çeşitli koşullara
bağlıdır.

Ancak sıklıkla dile getirilen bir ihtimal olan bu ülkenin nükleer
tesislerine saldırı, söz gelimi Türkiye‘deki İncirlik NATO üssüne balistik
füzelerle yapılacak intikam motifli bir karşı saldırıya sebep olabilir. Her
ne kadar İncirlik’in kendi hava savunma altyapısı mevcut olsa da, tehdit en
dar anlamda bile, CEP olgusu da göz önüne alındığında, bölgeyi kapsayacak
kadar geniştir.

İşin askeri - taktik boyutu bu şekilde. Türkiye, bir gül bahçesi olmaktan
çok uzak bir coğrafyada bulunuyor. Bu coğrafyada ayakta kalmak, etkin bir
caydırıcı güç idame ettirmekten geçiyor.

Ancak işin başka bir boyutu daha var.

Mümkün olan her fırsatta TSK’nın demokratikleşmesi, “hesap vermesi” gibi
argümanlar üzerinden nutuklar atan basınımızın “taraftarları”, madem bu
kadar samimiler taleplerinde…

Bir zahmet şu FMS ve EUMA meseleleri hakkında birkaç haber, makale yazsalar
ya? Bu konulara yabancı da olmamaları gerek halbuki, baştaraftarları “5
köşeli binada” pişti ne de olsa…

10 Ekim 2009 Cumartesi

Pakistan’ın, ‘Zülfikar’ adlı ilk F-22P sınıfı firkateyni hizmette

Pakistan‘ın, Çin’den sipariş ettiği F-22P sınıfı dört firkateynden ilki olan PNS ZULFIQUAR Pakistan Donanma’sında aktif hizmetine başladı.

Çin’in Shanghai kentinde, Hudong Zhonghua Shipbuilding tersanesinde inşaa edilen ve dört adet F-22P sınıfı firkateynden ilkini teşkil eden bu geminin diğer üç akranlarının testleri veya yapımı halen sürüyor.Aynı sınıfın ikinci firkateynini teşkil eden PNS SHAMSHEER halen deniz kabul testlerini sürdürmekte ve bu geminin de 2009 yılı sonuna kadar, üç ay içinde donanmaya teslim edilmesi planlanıyor.

Yine üçüncü firkateyn olan PNS SAIF, Mayıs 2009 tarihinde suya indirilmişti ve bu geminin de 2010 yılında hizmete girmesi hedefleniyor.

Dördüncü ve son firkateynse, Çin’in, Pakistan‘a gerçekleştireceği teknoloji transferi ve desteğinde, Pakistan‘ın Karachi Tersanesi’nde inşaa edilecek ve bu geminin de 2013 yılında hizmete girmesi planlanıyor.

F-22P sınıfı, 123 metre uzunluğundaki bu firkateynin deplasman ağırlığı 2 250 ton.

Geminin ana tahrik gücü 4 x CODAD tipi dizel motorları.

29 deniz mili hızıyla 4000 km azami menzile sahip geminin silah yelpazesi:

1 x 76 mm AK-176M tipi otomatik genel maksat topu

2 x 30 mm Tip 730 modeli, makinalı 7 namlulu öz savunma uçaksavar topları

1 x 8 kovanlı FM-90N (SAM) tipi güdümlü uçaksavar füze lançeri

2 x 4 C-802 (SSM) tipi güdümlü anti-gemi füze lançerleri

2 x 3 ET-52C tipi torpido kovanları

2 x 6 su altı, denizaltisavar mayınları

1 x silahlı denizaltı harp kabiliyetli helikopter


Pakistan için üretilen F-22P sınıfı firkateynlerin dizaynı, Çin’in 2005 yılından beri kullanmakta olduğu JIANGWEI II sınıfı gemileri baz alıyor.

Pakistan‘ın bu gemileri seçmesinde rol oynayan en büyük etkenler arasında, gemilerin çok düşük maliyetleri geliyor ki bir gemi sadece 175 milyon dolar gibi mütevazı bir rakama mal oluyor.

PNS ZULFIQUAR



Bu gemilerde kullanılacak olan helikopter, Harbin z9



Kaynaklar; SavunmaSanayi.net
Trmilitary.com